Homeros’un dilinden şiddet nesnesi olarak kadın
İnsanın doğadan kopup onun gücü karşısında toplumu şekillendirmesiyle başlayan kültürlenme süreci, bireylerin sahip oldukları biyolojik cinsiyetlere belirli roller atanmasıyla devam eder. Böylelikle toplumsal cinsiyet rolleri aracılığıyla kadın ve erkek görevleri şekillenir. Geçmişten günümüze cinsiyetler arasındaki ilişki, bu görevleri dikte eden toplum tarafından kültürün bir parçası olarak belirlenir. Kadının konumu ve ona yönelik tutum da bu kültürlenme sürecinde öğrenilir. Savaşlar, göçler, doğal afetler gibi sosyal yapıyı derinden etkileyen olaylar söz konusu rolleri iyice pekiştirir, cinsiyet rollerini tamamıyla görünür kılar. Bu ‘medeniyet’ yarışında kadına şiddet dili her koşulda var olmuştur.
Kadına yönelik şiddetin en acımasız yönüyle görüldüğü temel olgu şüphesiz ki savaştır. Yazın aracılığıyla öğrendiğimiz arkaik savaşların acımasızlığı her şeyden önce kadınların acıları üzerinden aktarılır. Çünkü savaşın şiddetini en derinden yaşayandır onlar. Kadınlar savaşla ilgili konuların, kararların dışında bırakılmış ancak savaşın birinci derece etkilenenleri olmuşlardır. Savaş bir ‘erk’ek işidir. Erkeklerin kavgası, kurallarını belirleyerek ve ne zaman biteceğine karar vererek birbirlerine karşı uyguladıkları eylemlerdir. Kadın ise vücudu ve varlığıyla düşmana üstünlük sağlama alanı, toprağın ele geçirilen bir parçası, düşmandan çocuk sahibi olmaya zorlanan bir soykırım aracı olmuştur bu savaşlarda. Savaşı anlatanlar da olayların gözyaşından oluşan örgülerini günümüze taşırken bile isteye olmasa da savaşlardaki cinsiyet rollerini de aktarmışlardır bizlere.
Tüm bu yazınsal ve sanatsal eserler üzerine tesis edilen bir Batı kültürüdür söz konusu olan. Bu kültür ki başından beri kadınlığı yok sayar ya da kendi amacı doğrultusunda ona yön verir. Kadın güçlerine tapınan son büyük toplum Girit’in yıkıldıktan sonra bir daha yolunu bulamaması, kadınsal tapımın kalıcılığı ve sürekliliğinin güvencesi olmadığını gösterir. Kutsal kadınlığın izinden gelen değil savaşçı erkekliğin öğretileridir geçmişle günümüz arasındaki yolların taşlarını döşeyen. Bu kültürün temel taşlarını oluşturan Olympos, eskinin toprak ve doğa ile bağlantılı inancını yerle bir ederek erkin egemenliğini ilan eder.
Yazında olduğu gibi sanatta da kadın imgeleri erkeğin perspektifinden geçerek günümüze ulaşmakta. Dolayısıyla bu alanlarda kadın, olması gerektiği gibi değil erkeğin olmasını istediği formlarda görünür. Çünkü yaşamın yansıması olan antik dönem sanatı, içinde bulunulan sosyal yapıyı gözler önüne serer. Kadının yaşam dışındaki konumu, patriarkal düzen içinde tamamen ev içi öğelerle sınırlandırılmış hayat yapısı ile beslenir. Bu yapı kadına yönelik şiddetin kanıksanmasına ve sanat, edebiyat, mimari gibi alanlara aktarılmasına neden olur. Apollon ve Daphne heykelinde olduğu gibi, tecavüzün sanata sunulması, bu sanatın asırlar boyu hayranlıkla izlenmesi kanıksanmış şiddeti ortaya çıkarır.. Cinsiyetlere atanan görünüm de söz konusu öğretinin bir parçasıdır. Çıplaklık tanrıların kendi suretinde yarattığı insanda (erkekte) mükemmelliğe ulaşırken, örtünmek kadının iffetli ve ötelenmiş cinsiyetine yakıştırılmıştır. Kadın vücudunun gizlenmesi gerekir, kusurludur, tehlikelidir. Erkek çıplaklığındaki giysi ve kumaş detayları bile kahramanlığın, zaferin ve tanrısallığın mesajlarını iletir. Helen dünyasında ilk çıplak kadın heykeli olarak devrim yaratan Knidos’lu Aphrodite bile güzelliğinin mahcubiyetini taşır biçimde eliyle cinsel organını kapatır. Hiçbir tanrı ya da kahramanı bu jest içinde gördünüz mü? Böyle bir örnek yoktur çünkü. Aksine erkek imgesi, bedenini tanrıların bir sureti olarak düşünür ve öne çıkarır. Örtüp gizlemesi gerekmez, tanrıların sureti mükemmel ve kusursuzdur.
HOMEROS KADINLARININ GÖZYAŞLARI
Homeros’a atfedilen iki ünlü destan İlyada ve Odysseia, kadınların hıçkırıkları ile örülüdür. İlyada Troyalı kadınların ağlamaları ile yankılanırken, Odysseia tamamen Penelopeia’nın gözyaşlarından oluşur. Bu savaş dünyasında her kadın savaşta ölen bir baba, erkek kardeş ya da oğul için ağlar. Hem korunması gereken aynı zamanda savunulmaya muhtaç hem de elde edilmesi gereken bir av olan kadınlar ancak savunucuları öldüğünde ağlayabilirler. Troya’nın koruyucusu Hektor’un ölümü Hekabe, Andromakhe, Kassandra ve tüm Troyalı kadınların gözyaşlarının sel olup akmasına neden olur. Andromakhe destanda ilk göründüğü andan son göründüğü ana kadar ağlar. Gözyaşı teması onun tüm hikayesinin temelini oluşturur. Hıçkırıklarından sonra savaşmaya devam edebilen kahramanların güçlü gözyaşları, feryat eden kadınların acınası güçsüzlüğüne karşı koyar. Kısacası, kadınların gözyaşları erkeklerin gözyaşlarıyla aynı değerde değildir.
İlyada’nın hemen başlangıcında savaş tutsağı kadınların hikayesi ile karşılaşırız. Khryseis ve Briseis isimli Troyalı kadınlar üzerinden gelişen anlatıda, Agamemnon ile Akhileus’un, statülerini korumak için kadınları nasıl pazarlık konusu ettikleri görülmektedir. Bir saygınlık nesnesi olarak kadın, erkeklerin elindeki değişim aracıdır. Destanın başlangıcındaki tüm bu olay ve diyaloglar örgüsünde kadın pasif bir roldedir. Savaşa dair önemli olaylar onun sebebiyle başlamakta veya değişmekte ancak onun rızasıyla olmamaktadır. O, eril gücün elindeki bir enstrümandır.
İlyada’nın kadınları arasında Helena’yı diğerlerine göre daha fazla erkekle iletişim içinde görüyoruz. Her seferinde kendi adına konuşur ve özerk bir şekilde davranır. Diğer taraftan Hekabe herhangi bir kadından en çok söz alandır destanda.
Cinsiyet rollerine karşı dikkatli ve dindar ama aynı zamanda duygularında çok aşırıdır. Andromakhe’nin birçok pasajda ‘ak kollu’ sıfatını alması dikkat çekicidir. Evlilik tanrıçası Hera’ya yakıştırılan bu özelik ölümlü kadınlar dünyasında Andromakhe’ye atfedilmiş olmakla birlikte iki figürün de çağrıştırdığı kavram evlilik ve evli kadın imgesidir. Aynı zamanda Andromakhe çok az konuşur, destanda sadece üç kez Hektor’a seslenir, ağlar; kayıplardan ve yıkımlardan söz eder. Andromakhe, gelecekte yaşayacağı kayıp ve yıkımlardan bahsederken bir tane ama en önemli olayı atlamaktadır: Tecavüz. Burada ozan tarafından Andromakhe’nin ağzından ifade edilmese de kentin fethi sırasında kadınların her zaman yaşadığı en büyük kabustur bu.
Andromakhe’nin surlar üzerinden savaşı izlerken Hektor’a savaşa ve ailesine dair endişelerini aktarması üzerine Hektor’un “Sen tezgahının başına otur mekiğini doku savaş bizim işimiz” ifadesi, kadının ev içindeki rolünü ortaya koyan en çarpıcı örneklerden biridir.
Evin iç mekanı hiç şüphesiz kadınların hapsedildiği yerdir. Troyalı kadınlar, özellikle de Hekabe ve Andromakhe, kent kapılarının dışında yalnızca bir kez görülürler: Hektor’un cesedini taşıyan Priamos’un arabasını kuşattıkları zaman. Gerçekten de Troya’da kadınların hareketinin nihai sınırı surlardır. Hekabe’nin Hektor’a Akhilleus’la savaşmaması için yalvardığı yer burasıdır. Dahası, İlyada’nın en önemli iki sahnesi surlarda geçer: Üçüncü bölümde Helena’nın Priamos’a Akha komutanlarını anlattığı sahne ve altıncı bölümde Hektor ile Andromakhe’nin ayrıldığı sahne. Surlar eril ve dişil dünyalar arasında ayrıcalıklı bir kesişme alanıdır. Yukarıda sözü geçen diyalogda da Hektor ve Andromakhe’nin karşılaşma yeri, hatta kitabın bütünündeki tek karşılaşma yerleri, bu ara mekan olan surlardır. Sur, gerçek savaşçının cisimleşmiş hali olan Hektor’un, düzlükte savaş devam ederken, kişisel duygularını (romantik, babacan) ifade eden özel bir konuşma yapması için gerekli koşulları sağlar. Ve burada Andromakhe kocasına askeri tavsiyeler vererek savaş meselelerine müdahale edebilmiştir. Ancak elbette Andromakhe’nin mekandan da aldığı güçle gösterdiği bu ‘cüret’ Hektor tarafından azarlanarak geri itilir. Troya’nın sur duvarları, savaş dünyası ile ‘iç’ dünya için mümkün olan tek buluşma yeri, eril ve dişil olanı birleştiren bulanık bir alandır.
İlyada’nın bir diğer önemli kadın karakteri Kassandra, destanda Priamos ve Hekabe’nin güzel kızları olarak aktarılır. Kendisiyle özdeşleşen kahine özelliği Homeros tarafından dile getirilmez. Ancak Kassandra, Homeros sonrası mitsel-yazınsal geleneğe göre, bilicilik yetisini tanrı Apollon’dan aldıktan sonra söz verdiği halde onunla birlikte olmayı reddettiği için lanetlenmiş ve Troya’nın başına gelecek felaketi ön gördüğü halde kimseyi inandıramamıştır. Kassandra, ezilen, sözü elinden alınan kadınların simgesi konumundadır. Ayrıca, kendisini arzulayan Apollon’u reddetmesiyle onun tarafından sözünün geçersiz kılınmasıyla cezalandırılan, susturulan, lanetlenen kadın imgesidir.
HOMEROS’TA KADINA BİÇİLEN DEĞER
İlyada’da kadınların değeri, çiftlik hayvanlarının, hırdavat ve silahın değerine eşittir, onlarla hesaba katılır. Önemli oldukları alanlar da vardır elbette; örneğin, erkek savaşçıların rekabetçi konumlarını müzakere etme biçimlerinde kritik bir rol oynarlar. Takdir edildikleri alan güzellikleri ve dokuma becerileridir. Ancak İlyada kadınlarının, hikaye anlatıcılığı bakımından yüksek bir kapasiteye sahip olduklarını görmekteyiz. Onlar, kahramanlarının, bebekliklerinden barış zamanındaki günlük yaşantılarına sonrasında bir parçası oldukları acımasız savaşlara dair tüm hikayelerini ayrıntılı, akıcı ve bilgece bir dille aktarırlar. Savaş anlatıcılığında kullanılan dil, kadın bedeni algısını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Her şeyden önce düşmana üstünlük sağlama alanlarından birisi olarak görülmüştür kadın bedeni. Düşmanın neslini bitirme isteği, kadın üzerindeki hakimiyeti de beraberinde getirmiştir. İntikam için kullanılan bir objedir aynı zamanda. “Yurduna dönmeye yeltenmesin hiç kimse, Helene’nin acılarına iniltilerine karşılık yatmadan bir Troialı karısıyla”. “…başkalarına köle olsun karıları” gibi ilençli sözlere konu olmuş, savaş tutsağı olarak değişim metası haline gelmişlerdir. Tıpkı “Hani, Patroklos, yıkıp yok edecektin ilimizi, Troialı kadınları hür günlerinden yoksun bırakacaktın hani” ve Akhilleus’un “Troialı, alçak kuşaklı Dardanoslu kadınlar, silsinler elleriyle ince yanaklarından akan yaşları, başlasınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaya” ifadelerinde olduğu gibi. Sıklıkla onur payı ve ödüldürler. Agamemnon Teurokos’a İllion’u alt üst etmeyi başarırsa alacakları onur paylarından bahseder: “İlkin ben alacağım onur payını, sonra sen: ya üç ayak ya arabasıyla iki at ya da yatağını paylaşacak bir kadın”. Yine Agamemnon: “..yedi Lesbos’lu kadın vereceğim ona, elleri her işe yatan, Akhilleus Lesbos’u aldığında ayırmıştım kendime, güzellikte üstündüler diğer kadınlardan”.
Başka bir yerde bir kadın ‘dört öküz’ değerindedir. Odysseia’da Apeira’dan alınan Eurymedousa, Alkinous’a hediye olarak verilir. Bir başka örnekte, Priamos, Hektor’u Akhilleus ile mücadeleden uzak tutmaya çalışırken, geçmişte Akhilleus ile ilgili deneyimlerinden örnekler verir. En başta kendisini nice oğullarından ettiğini söyler, kimini öldürdüğünü kimini sattığını anlatır. Onların arasındaki iki oğlundan söz ederken “Laothoe doğurmuştu onları bana” ifadesi geçer. Diğer bir pasajda, “Yerde sürüklendi kızlarım, gelinlerim kaçırıldı Akhaların kollarında” demektedir. Aynı sahnedeki üçüncü ifade “…silahsız gidersem böyle çırılçıplak, bir kadın gibi öldürebilir beni o.” Bu ifadelerde öncelikle kendisine oğul doğuran Lathoe’nin yüceltilmesi ile karşılaşıyoruz. Daha sonra ise Priamos’un savaş tutsağı ve “kendine ait olan kadınlar”a uygulanan şiddeti kendine yapılmış bir aşağılama olarak gördüğü ortaya çıkıyor. Silahlı erkek, silahsız olmayı kadınla özdeşleştiriyor ve bunu aşağılık bir ölümle kodluyor.
İlyada’da savaşın kurbanı olan kadının kaderi çoğu zaman ölüm değildir. Ona yaşam hakkı verilmesinin bazı koşulları vardır. Tıpkı nesneler ya da hayvanlar gibi kadınlar ganimetin bir parçasıdırlar ve daha sonra kullanabilmeleri ya da statü sembolü olarak hizmet edebildikleri ölçüde yaşayabilirler. Bu hemen her savaşın gerçeğidir. Akhilleus’u Briseis’ten mahrum bırakmak onun öfkesini tetikler, bu yüzden kadın onun için önemli görünür.
Briseis’e Homeros tarafından sadece Patroklos’un cesedini gördüğünde ses verilir. Onun için yas tutar çünkü kendisine yakın olan sevdiği birini kaybetmiştir. Akhilleus onun üç erkek kardeşini ve yeni evlendiği kocasını öldürmüştü ve Patroklos ona Akhilleus’un kocası olacağına söz vermişti. Modern bakış açısıyla böylesine haksızlığa uğramış bir kadının sevdiklerinin katiliyle evlilik umudu besleyebilmesi sıra dışı görünebilir. Ancak Briseis’in İlyada’daki temsiline ve rolüne bakılacak olursa, onun nesneleştirildiği tüm netliğiyle gözler önüne serilir. Ailesini elinden alan bir savaşın kurbanıdır, bir tutsaktır, Akhilleus ve Agamemnon arasında elden ele dolaşan bir meta gibidir. Ancak bir kadına meta muamelesi yapmanın sadece köleler için geçerli bir şey olmadığını belirtmek gerekir. Genç kadınlar ailelerine teslim edilen sığır başlarıyla ölçülen mülk karşılığında evlendirilirdi. Bayramlarda dans eden genç kadınlar ἀλφεσίβοιαι ‘öküz tedarik edenler’ sıfatıyla tanımlanırdı. Kültürel bağlamda, kadınlar böyle bir terimden oldukça gurur duymuş olabilirler çünkü bu terim güzel, mutlu ve hiçbir şekilde aşağılanmamış kadınları akla getiriyordu. Dolayısıyla, bu genç kadınlar kendilerine dayatılan kültürel rolü sevinçle üstlenmiş olabilirler.
Homeros kadınlarının gerçek dünyaya tabi kılınması Helena örneğinde karşımıza çıkıyor. Onun durumu yasal bir eş kazanmanın iki yöntemini örneklendirir: Kadını satın almak ya da kaçırmak. Her iki durumda da kadınların seçimi ile ilgili en ufak bir iz yoktur. Geleneksel anlatıya göre Menelaos’un Helena ile evliliği bir çeşit aile sözleşmesi, yarışmayı kazanması sonucu damada verilen bir ödüldür. ‘Kız kaçırma’ ise birçok kültürde olduğu gibi Helen kültüründe de eş edinmek için yaygın bir yöntemdir. Nitekim Homeros’ta Helena’yı kaçırması ile ilgili Paris’e yönelik en ufak bir eleştirel bakış hissetmeyiz. Burada konukseverlik yasasını ihlal ettiği için bir hoşnutsuzluk söz konusudur. Bu yüzden Menelaos ile Paris arasındaki kavganın savaşın başında olması mantıklıdır: Kazanan Helena’yı ve hazineleri alır.
Çünkü daha güçlü bir rakip olarak bunları hak eder. Paris’in ölümünden sonra Helena kaçınılmaz olarak kardeşlerinden biri olan Deiphobus’a vaat edilir ve O, Helena’yı eş olarak alıp Troyalıların komutasını ele geçirir. Böylece Troyalıların geleneksel destanında Helena bir tılsım rolü üstlenir: Onu alan kişi gücü elde eder!
HOMEROS KADINLARINA ATFEDİLEN BENZETMELER
İlyada’da kahramanlık ve kadınlıkla ilgili kullanılan sıfat ve tanımlamalara baktığımızda birbirinden çok uzak ve asla uzlaşamaz iki alan görürüz. Biri ötekinin ve aşağılamanın dilidir, diğeri ise cesaret ve yüceliğin dili. Kadına yakıştırılmış en çok dikkat çeken benzetme ‘köpek’tir. Homeros İlyada destanında kadınla ilgili olumsuz, kötü tanımlamalar için ‘köpek’ (κύων/κύον/κύντερον) sıfatını kullanır. Helena, Hektor’la konuşmasında kendini ‘dayanılmaz kötülükler yapmış bir köpek’ olarak nitelendirir. Aynı bölümde “dayanılmaz kötülükler yapmış bir köpeğim ben” sözleriyle Hektor’a yakınır.
Yine Helena, Priamos’a Agamemnon’u anlatırken “bir zamanlar kaynımdı benim, ben köpek gözlünün” der. Özellikle Helena’nın kendisi için sürekli kullandığı bu sıfat ilgi çekicidir. Ozanın gözünden kadının kendisini küçük görmesi istenmiş gibidir. Destanda ölümlü kadınların arasında en çok Helena’ya yakıştırmış bu benzetmeyi. Diğer taraftan İris, Zeus’un buyruğunu iletirken Athena’ya “arsız köpek” olarak hitap eder. Zeus Hera’ya onun buyruklarına karşı geldiği için “ha köpeklerin en bayağısı ha sen” sözüyle seslenmektedir. Hephaistos, Thetis’e çektiği acılardan bahsederken “köpek gözlü anam yüzünden olmuştu bu” ifadesini kullanır. Hesiodos’un anlatımında da aynı ögeyi yakalarız. İşler ve Günler adlı eserde Zeus, insanların başına dert açmak için yaratılan ilk kadın Pandora için Hermes’e “İçinde bir köpek kalbi ve tilki huyu olsun” der. Antik Çağ klasik yazarlarının kadınları kötülük getiren, arsız, uğursuz gibi tanımlamalarında köpekle özdeşleştirmeleri Yunan edebi eserlerinde kadınların hayvanlarla karşılaştırılmasına dair yaygın uygulamanın yansımasıdır.
Amorgos’lu Semonides kadınlara dair yazdığı şiirinde kadın soyunu hayvanlara dayandırarak çeşitli hayvanlara benzettiği on çeşit kadın tipi sınıflandırır. Yazarın “köpek kadın sürekli dedikodusuyla çok yüksek konuşur, köpek gibi havlar” tanımlaması, antik dönemde kadın ve köpek bağdaştırmasının arkasındaki bakış açısını ortaya koyuyor. Her üç yazarın kadını köpekle özdeşleştirmelerindeki temel dürtü, başkaldırış, toplumsal normlara karşıtlık, erkeğin çizdiği kuralların dışındaki bir varoluştur. Antik Çağ insanının gözünde evcilleştirilmesi gereken bir varlıktır köpek. Aynı bakış açısıyla kadın da evcilleştirilmesi gereken bir varlıktır!
İlyada’da kavramların cinsiyetleri de kadına atanan rolleri göstermesi açısından önemlidir. Çılgınlık, kadınla özdeş dişil bir ögedir. Tıpkı savaşları başlatan ve türlü sıkıntılara sebep olan ölümlü kadınlar gibi dert açan ölümsüzler de dişildir ve bunların arasında belki de en dert getireni çılgınlıktır.
İnsanları şaşırtan ‘çılgınlık’ Zeus’un büyük kızıdır. ‘Uğursuz’ kız konar insanların kafasına bela olur. Babası da onu hiddetiyle cezalandırır ve örgülü saçlarından aşağı atar. Dert getiren ‘çılgın kız’, babanın hiddetine uğrar. Ölümsüzlere yönelik kimliklendirmelerde cinsiyet algısına dayalı tanımlamalar çok nettir. Ölüm kendi başına yüceleştirilen bir kavram olur, yani erildir. Ancak ölümün acıklı olanı tanrıçalarla birleştirilmiş ve aşağılanmıştır. Ölüm getiren savaşın nedeni nasıl kadınsa savaştaki ölümün kendisi de kadındır. Cesaret de erildir Homeros’un dünyasında. Savaşta korkaklık gösteren erkekler “erkek değil kadın denmeli artık size, sizi aşağılık herifler sizi” gibi sözlerle algılarındaki olumsuz kadın kavramıyla bütünleştirilmektedir. Savaşçıları cesaretlendirmek için sıklıkla kullandıkları “erkek olun” ya da “meydan okuyordu erkek yüreğiyle” cümleleri, savaşın cinsiyetçi söylemleridir.
FİZİKSEL ŞİDDET
Destanda kadına karşı fiziksel şiddet de özellikle Zeus ve Hera ilişkisinde karşımıza çıkar. “Sus otur yerine buyruğuma boyun eğ. Üzerine yürür indirirsem korkunç ellerimi, Olympos’taki tanrıların hiçbiri yaramaz işine” sözleri, Zeus’un karısına uyguladığı ya da uygulamakta sakınca görmediği fiziksel şiddetin yansımasıdır. Homeros’a göre tanrıça bile olsa kadın eşinin kötü tavırlarına maruz kalabilir ve Zeus’un ‘önlenemez fiziksel şiddeti’ olarak meşrulaştırır. Göksel ‘oikos’’un ‘kyros’u olarak Zeus, yüceliğini göstererek diğer tanrılara şiddetle yaklaşmaktadır. Bu noktada merak edilen Hera’nın suskunluğu kocasına kızgınlığından mı korkusundan mı ileri gelir sorusudur. Hera’nın yaşadığı duygu, kızgınlıktan çok korku olmalıdır. Tanrıça karşılaştığı tehlikeyi anlar ve eğer susmazsa geçmişte olduğu gibi kocasının hiddetine maruz kalacaktır. Bu bölümdeki sahne, Hera’ya karşı Zeus’un şiddete ilişkin referanslar serisinin zirvesidir. Oldukça yaygın olan aile içi disiplinin bir parçasıdır.
Sahne, Hera’nın kurnazca hazırladığı seksüel kandırmacası nedeniyle Zeus’un itibarını kaybetmesi ve Hera’ya karşı gerçek öfkesinin çıkması sonucunda, Hera’nın ciddi bir cezalandırma ile karşı karşıya kalması olarak da okunabilir. Sonuçta burada baş tanrının, tek resmi eşi olan Hera üzerinde yoğunlaşan şiddeti, kadınlara yönelik ev içi şiddetin tanrılar katındaki karşılığıdır. Aynı şekilde, bir başka örnekte ölümlü Lykorgos, ölümsüz olmalarına rağmen Dionysos’un Nymphelerine fiziksel şiddet uygulayabilmektedir.
ODYSSEIA’NIN KADINLARI VE KADINSALLIĞI
Odysseia destanında, Odysseus’un, çoğunu kadınlarla geçirdiği on yıllık eve dönüş yolculuğu sırasındaki maceraları ele alınır. Tepegözler ve diğer canavarlarla olan dramatik karşılaşmaları önemli bir yere sahip olsa da karşılaştığı tehlikelerin çoğu kadınlardan kaynaklanır; Skylla, Kharybdis ve Sirenler gibi. Daha az ölümcül ama bir o kadar da dikkate değer tanrıçalar Kirke (bir yılını birlikte geçirdiği) ve Kalypso (yedi yıl boyunca, bu sürenin çoğunu istemeyerek birlikte geçirdiği) da önemli rol oynarlar. Kalypso yedi yıl boyunca Odysseus’un eve dönüşünü engellese de tanrıların emri üzerine ona eve dönüş yolunda yardım eder. Daha sonra bir dizi kadın figürü kahramana yardımcı konumda karşımıza çıkar; Tanrıça Ino onu boğulmaktan kurtarır, prenses Nausikaa onu giydirir ve annesi Arete’nin ev sahipliği onun eve dönmesi sürecinde önemli bir yol oynar. İlyada’daki durumun tersine Odysseus’un en çok kadınlar arasında dolaştığı söylenebilir. Aynı zamanda, bu kadınların birçoğu, aslında İlyada’daki ölümlü kadınlardan çok farklı şekilde, çok daha geniş bir eylem alanına ve özgürlüğe sahip ölümsüz tanrıçalardır.
Sadece tanrıçalara ve demonik dişi karakterlere değil, efsanelerde bilinen, ölümlü kadın isimlerine de yer verilir destanda. Onbirinci bölümde görüldüğü gibi; Odysseus Ölüler Ülkesi’ne gittiğinde, ilk olarak yoldaşı Elpenor’un ruhuyla karşılaşır, ardından Kahin Teiresias’ın ruhuyla ve daha sonra annesinin ruhuyla konuşur. Peşi sıra Persephone ona Troya Savaşı’ndan önce efsanelerde ünlü olan kadınlardan oluşan bir geçit töreni gönderir: Tyro, Antiope, Alkmene, Megara, Epikaste, Chloris, Leda, Iphimedeia, Phaedra, Prokris, Ariadne, Maira, Klymene ve Eriphyle. Odysseus bu kadınlardan bazıları hakkında küçük hikayeler anlatır, ancak diğerlerinden sadece isimleriyle bahseder.
Odysseia’da nihai hedef de bir kadına, Penelopeia’ya ithaf edilmiştir. Kahraman kralın İthake toprağının bir parçası olan kadına, eşine ulaşma çabası konunun temelini oluşturur. Sadece Odysseus için değil kralın sarayına akın etmiş olan taliplerin de ulaşmaya çalıştıkları son noktadır Penelopeia. Ozan tarafından kahramanın dul eşi, en acınası kişi gibi gösterilmektedir. Burada da kadının üzüntüsünün boyutu, desteğini kaybettiği kocasının kahramanlığının büyüklüğü vurgulanarak ortaya konur.
ODYSSEIA’NIN FEMME FATELLERİ: KALYPSO, KIRKE VE DİĞERLERİ
Odysseus’un bir nymphe olan Kalypso’nun sarayında ve adasında (Ogygeia) mahkum olarak geçirdiği yedi yıl, kahramanlık özelliklerinden soyunup, aslında anaerkil öğeler barındıran bir ortamda yaşama uyum savaşıdır. Kalypso, Odysseus’a olan aşkının ötesinde onu kendi sarayına zorla mahkum etmesi açısından bir femme fatel karakter taşır. Söz konusu tanım, çekici figürler olarak kadınların, erkekleri görev ve sorumluluklarından saptırabilecek olması noktasındaki ataerkil fikirlere dayanır. Arzu ve görev arasındaki bu gerilim daha sonra Odysseus’un Kirke ile etkileşiminde de görülür. Destan boyunca Kalypso ‘parlak’ ve ‘güzel örgülü nymphe’ olarak tanımlanır. Güçlü olmasının yanı sıra zeki ve anlayışlıdır. Zeus, Kalypso’ya Odysseus’u serbest bırakmasını emrettiğinde erkek tanrıların ölümlü sevgililer edinmesine izin veren ancak aynı şeyi yapan tanrıçaları cezalandıran çifte standardından şikayet eder: “Amma da kıskançsınız tanrılar, yazık size. Çok görürsünüz bir erkekle yatmasını bir tanrıçanın, sevdiği erkeği koca diye almasını.” Bu konuşmanın devamında Kalypso, tanrıçalarla birlikte olduktan sonra kötü duruma düşen ölümlüleri acı bir şekilde sıralar. Her ne kadar Odysseia’da kadınların çok daha geniş bir eylem alanına ve cinsel özgürlüğe sahip olduğu görülse de Kalypso’nun bu söylemi ile özgürlüğün sınırları çizilir. Öte yandan Homeros, Kalipso’nun Odysseus üzerinde baskın olduğunu göstererek kadınların erkeklere boyun eğmiş olduğu klişesine meydan okur. Kalypso elbette bir tanrıça olduğu için bu güce sahiptir. Ancak, kadın figürünün erkekler üzerindeki bu kontrolü, üstün bir erkeğin, başka bir tanrının müdahalesiyle son bulur. Kalypso, Zeus’un müdahalesiyle kontrolü bırakmak zorunda kalır ve Odysseus’un eve dönüş yolculuğuna devam etmesine izin verilir. Benzer bir durum Kirke için de geçerlidir; Kirke ancak Hermes’in müdahalesiyle alt edilir.
Kirke, Aeaea cadısı kimliğinde, gizemli belirsizliği, baştan çıkarıcı doğası ve aldatıcı hileleriyle ünlüdür. Homeros’un Kirke’si aynı zamanda cinsel açıdan güçlü bir tanrıça imajı inşa eden çok sayıda kadınsı sıfatla karakterize edilir. Büyücü kadın genellikle ‘ilaç ya da tılsım konusunda yetenekli’ ya da ‘parlak’ olarak tanımlanır. Odysseia’nın onuncu bölümünde, Aeaea Adası’na vardıktan sonra Odysseus, bazı yoldaşlarını adayı keşfetmeye gönderir. Yoldaşları ormanda gizemli bir saray bulurlar, burada şarkılar duyar ve dokuma tezgahının başında oturan güzel bir kadınla karşılaşırlar. Kadın, adamları yiyecek ve şarapla ‘kandırdıktan’ sonra onları büyü ile domuza dönüştürür. Kirke’nin tanrıça ile kadın arasındaki sınırı aşma yeteneği, masumca dokuma yapıp şarkı söyleyerek erkekleri sahte bir evcimenlik duygusuna sürüklemesi, sahip olduğu tehlikeyi gösterir. Arkadaşlarının büyülendiğini duyan Odysseus, onları kurtarmak için saraya doğru yola çıkar. Yolda haberci Tanrı Hermes’le karşılaşır ve Hermes ona Kirke’nin büyüsüne karşı bağışıklık kazandıracak bir ilaç verir. Odysseus ancak Hermes’in müdahalesiyle büyücüyü alt edebilir. Kirke’nin erkekleri büyülemek için hazırladığı ilaçlar, onun korkutucu dişiliğinin açık bir göstergesidir. Kirke’nin büyüsüne karşı bağışıklığı olan Odysseus, cadıyla birlikte olmadan önce yemin etmeye zorlayarak onu kendisine boyun eğdirir. Sonunda Odysseus’un yoldaşları tekrar insana dönüşür. Kirke’nin adasında ziyafet çekerek ve içerek bir yıl geçirirler. Bu süre zarfında Kirke, Odysseus’a yolculuğu için önemli bilgiler ve tavsiyeler verir, ona engel olmak yerine yardımcı olur. Hatta Kirke ve Odysseus sevgili bile olurlar. Bir kadın karakterin savaşçı bir kahramanın üzerinde böylesine bir etkisi olması sıra dışıdır. Ancak şüphesiz ki, savaşa adını yazmış bir kahramanı da ancak gücünü toprağın derinliklerinden alan khitonyen bir ‘femme fatale’ dize getirebilir.
Destandaki başka bir doğaüstü karakter olan Sirenler’de de kadın imgesinin farklı bir anlayışını görmekteyiz. Sesleriyle erkekleri kayalara çarptıran Sirenler oldukça cazibeli kadınlardır. Oturdukları yer ise ‘kemiklerinin üzerinden hala etler sarkan erkek iskeletlerinden meydana gelen yüksek bir çayırın üzeridir’. Erkek iskeletleri üzerinde zaferini ilan eden ve gelecek avını bekleyen kadınlar… Kulağa oldukça sıra dışı geliyor… Skylla yılanı da başka bir korkunç imge olarak karşımıza çıkıyor. On iki ayaklı, altı başlı, üç sıra dişleriyle denizcileri gemilerinden kapıp parçalayan bir kayalık canavarı olan Skylla, Kirke tarafından çok dikkatli tarif edilir. Her ikisi de toplumun bilinç dışındaki uzak durulması gereken ‘öteki kadın’ imgeleridir.
ODYSSEUS’UN GÖZYAŞLARI
İlyada’da kadının gözyaşları erkeğinkiler ile eş değer olmadı hiçbir zaman. Ancak Odysseus’un göz yaşlarında, bir savaş kurbanı kadın çaresizliği var. Kalpyso’nun adasında, “Her vakit yer bitirirdi kendini, gözyaşları hıçkırıklar iniltilerle. Hasat vermez engine bakardı boyuna, bakardı iki gözü iki çeşme” sözleriyle aktarılan duygular onu kahramanlığından soyar adeta. Odysseus’un gözyaşlarına dair anlatım destanın en dikkat çekici yerleri olarak karşımıza çıkıyor. Phaeakialılar’ın krallarından Alkinoos’un sarayında ozan Demodokos’u dinleyen Odysseus, kocasını kaybetmenin acısını yaşayan bir kadına, geleceği zalim bir tutsaklık olan dul bir kadına benzetilir. Oysa ki ozan, Troya’nın ele geçirilmesi hakkında şarkı söyleyerek Odysseus’un bu savaştaki üstün başarılarını vurgulamıştır. Dolayısıyla bu şarkı Odysseus için bir övgü şarkısıdır. İlginç olan, kahramanca eylemlerine atıfta bulunulduğu anda, anlatıcının, kahraman ile eylemlerinin kurbanları arasında bir analoji geliştirmesi, onu tutsak bir kadına benzetmesidir. Kahraman, kendi başarılarıyla gurur duymak yerine –Tahta At hakkındaki şarkı Odysseus’un isteği üzerine söylenir- gizlice gözyaşlarına boğularak karşılık verir. Bu örnekte olduğu gibi Odysseus, destanın büyük bölümünde saldırgan özelliğini bırakır kadınlığa özgü bir sezgi ve sabır erdemleriyle karşımıza çıkar.
Homeros’un geçmişten günümüze taşıdığı izler, toplumun ötekisi, adı olan olmayan tüm kadınların haykırışlarını aktarıyor bize. Eril güçlerin oyun alanı olan kahramanlık destanlarındaki yol arayışı, babaların, kocaların ve oğulların arkasından gelen sessizliği, korkusu, şiddetin korkunç yüzünün harelerini taşıyor. Kadın bedeni, Homeros erkeklerinin güç, statü, onur ya da zenginlik için mücadele ettiği farklı bir savaş alanı haline geliyor. Homeros’un kadınları ‘koca karınlı gemilerde’ taşınan, ‘yüksek çatılı evlerde’ kapatılan, izin verildiği sürece ses verilen, kahramanların hayatlarına indirgenen birer nesne olarak görülüyor. Homeros tüm kadınları kelimenin tam anlamıyla susturarak bireysel hikayelerini anlatmalarını engelliyor. Onlar aynı zamanda eylemden de yoksun bırakılıyor. Hatta bu kadınlar, zaman zaman şiddeti ve şiddet dilini yaşamın olağan akışında sayıyorlar. Günümüzde de Homerik dünyadan gelen şiddetin izlerini taşıyor kadınlar. Bu izler, her koşulda varlığını sürdüren ve düşüncesini Batı dünyasına benimseten Homeros’tan öğrendiğimiz savaşçı Myken kültürüdür. Camille Paglia’nın da isabetle ifade ettiği gibi; “Homeros kahramanlarının tunçtan kabuğu, Batı iradesinin katı, erkeksi iskeletidir.”
*Ege Üniversitesi, Çeşme Turizm Fakültesi, Turizm Rehberliği Bölümü, Doç. Dr.